27 Mayıs 2014 Salı

Galatasaray 2014/2015 Sezonu

   

      Yeni sezona yeni umutlar, yeni hayallerle başlayacağız. Bu sezonu da biten sezon gibi kayıp yaşamamak için kendimce tavsiyelerde bulunacağım.


     GS taraftarı olarak, kendi ayağımızı sıktığımız kurşundan dolayı şampiyon olamadığımızı düşünüyorum. Ayağımıza sıkma konusunu daha önce ayrıntılarıyla anlattığım için bu yazımda üzerimde durmak istemiyorum. Teknik ve taktik konulara yoğunlaşmayı tercih ediyorum.
 

    Geçen sezona yabancı kısıtlaması nedeniyle yanlış kadro planlaması ile girmiştik. Bu sezonda böyle olmaması için 1 Temmuz'da kadromuzu oluşturmamız gerekiyor. Bu tarihten sonra yapılan transferler kadro genişletmek için olmalı. Yoksa kadro istenildiği gibi kuramayız.


    Gelelim ideal kadromuzun nasıl olması sorusuna. Gelecek sezon 5+3 uygulanacağını düşünürsek ideal 11'imiz de kullanacağımız yabancılar belli. Drogba'nın ayrılmasından sonra sistemimiz 4-2-3-1 olacağını düşünüyorum ve istiyorum. Bu sisteme göre kadromu kurarsam;



                                                           Muslera



       Veysel                          Semih                        (Yeni transfer)                       Telles






                                              Melo                        Selçuk




   Hamit ( Türk yeni transfer)                                                                      Bruma

                                                   
                                                             Sneijder

                                 
                                                           
                                                              Burak



         
                gümbür gümbür oynayacağımız kadrom budur.

 SAVUNMAYA YENİ TRANSFER: Kesici değil aklıyla oynayan, sağlam ayağı kötü olmayan iyi olmasa da olur.

 YENİ TRANSFER 2: Kanata Türk bulabilirsek alalım. Hamit idare eder, zaruri değil.

 YENİ TRANSFER 3: Yedek bekleyecek, girince bir şey yapabilir umudu yaratacak forvet, Türk.

 YENİ TRANSFER 4: Orta sahada yedek olabilecek, iki yönlü oynayan dinamo.


   GÖNDERİLMESİ GEREKENLER


1- EBOUE: Yabancı sınırlaması olan bir ülkede alınması gereken son oyuncudur. Yolda yürürken kadınla çarpışıp kolum kırıldı diye bağıran Eboue futbol için gereksiz adamdır. Durduğu her gün futbola ihanet.

2- Chedjou: Neden aldık bunu? Fener maçında yaptığı penaltıdan sonra ülkeye girişi yasaklanmalıydı.

3- Amrabat: Kontra futbol oynayan takımlar için ideal ama biz büyük takımız uymaz bize. Hazır İspanyollar beğenmişken kakalayalım gitsin.

4-Ontivero: Sen kimsin kardeş?

5- Hajroviç: Sen nasıl geldin bu ülkeye?

Bunları yaparsak kadromuz inanılmaz rahatlayacak. Ama biliyorum ki dediklerimin %20si bile yapılmayacak.

16 Mayıs 2014 Cuma

Yorumsuz (alıntı)

KIM BU SİSTEM?

TOPLU ACILARDA KENETLENIP, TOPLUCA ÇEMKIRMEYE IYICE ALIŞTIK…
Gezi Parkı’nın üstünden bir sene geçmeden Soma faciası… İhmal mi kaza mı “fıtrat” mı ne idüğü hala belirsiz bir felaketin kurbanı 600 can olduğu söyleniyor. İnsanlar yakınlarının cansız fotoğraflarını barkovizyondan izleyip teşhis ediyor. Türkiye Başbakanı “fıtratında var, hutbe okuturuz, hatim indiririz, zaten Kuran’da der ki…” cümlelerinden çok sonra, bir zahmet “olay araştırılacaktır” diyor…
Tamam  haddim  değil ama yine de, twitter’da facebook’ta yaygarayı koparan çevreme, eşime dostuma bakıyorum, dönüp kendime bakıyorum… Olayların sanki dışındaymışız gibi kendimizi ayrıştırıp, sedye kirlenmesin diye ayağını uzatamayan kazazedeye,
“hay ben senin çizmelerini çıkarmana sebep olan sisteme….” diye yazışımıza bakıyorum…
Arkadaş, biz çok mu günahsızız!
Biz değil miyiz evimize temizliğe gelen ablaları teyzeleri sigortasız çalıştıran?
Biz değil miyiz; sıfatımız, titrimiz, görevimiz her ne olursa olsun, yanımızda çalışan elemanların sigortasından kaytarmak için elinden geleni ardına koymayan…
Biz değil miyiz “fiş kesmeyiver” deyip vergi kaçırılmasına çanak tutan…
Ama işimize gelince “senin maaşın benim vergimle ödeniyor” diye memur azarlayan…
Garsona, şoföre, kapıcıya, çöpçüye, belediye işçisine, çağrı merkezi çalışanına keyfimize göre ayar veren, aşağılayan…
Madem sisteme küfredicez, iktidara küfredicez, bizim iktidar olduğumuz alanlara bir bakalım…
Stajyer olarak çalıştığı yere üstüne para ödeyen arkadaşım var benim? Onun patronları güya hümanist… Yersen…
2 yıl önce çalıştığı diziden hala parasını alamamış arkadaşım var? Onun patronları da güya iktidar karşıtı sanatçı, sinemacı… Yersen…
Kolu kırılan 70 yaşındaki amcaya “zaten yaşadığını yaşamışsın, sakat kalıver” diyen bir profesör var mesela devlet hastanesinde… Bu profesöre de sorsan Hükümet karşıtı… Yine yersen…
Sonra da bir kol ameliyatına 65 bin lira alan özel hastaneler var… O hastane sahipleri de haktan hukuktan insaniyetten yana… Yersen…
Geçenlerde yere çöp attığı için bir kadını uyaran arkadaşımı, çocuklarının önünde saçından tutup tartaklayan bir “anne” var mesela,  sorsan o da Başbakan’ın birini yumruklamasına isyan eder… Yersen…
Otobüste tacize uğrayan ve etraftan yardım uman bir kızdan gözlerimizi kaçırmışlığımız var mesela… Koca otobüs kafasını çeviriyor, kıza sürtünüp duran adamı yok sayabiliyorlar… Ama hepsine sorsan, namus ahlak bekçisidir… Ye yiyebilirsen…  
Ya da kendi ailesini, eşini dostunu dolandıran, sonra da mağdura yatan tanıdıklarım da var…
Başbakan’ın oğluna küfrederken, etraftan aldıkları borçları kapatmayı unutuverip tatile çıkan arkadaşlarım da var.  
Birbirlerine birlik beraberlik kardeşlik nutukları çekip, işleri biter bitmez selamı sabahı kesen iş arkadaşlarım da var… 
Her gün dışardan yemek söyleyen, toplu taşımaya tenezzül etmeyip devamlı taksiye binen, tükettiği ambalajlardan Brezilya’da her gün bir favela diktirebilecek kudrette çöp üreten arkadaşlarım da var…
Bir giydiğini bir daha giymeyen, çocuğuna aldığı oyuncaklarla köy doyurabilecek arkadaşlarım da… Ama sorsan onlar da sisteme karşı…
Bu sistem ne mene bir şeyse hepimiz dışındayız!
Şimdi “sedye senden kıymetli mi kurban olurum” diye yazıyoruz ya…
Romantizm de bir yere kadar… Sen evine yük taşımaya gelen hamala, sırtında buzdolabı varken ayakkabısını çıkarttırıyor musun, çıkarttırmıyor musun… Önce onu bir de…
Biz bu ülkede nasıl yaşıyoruz… Bizim etrafımıza ne faydamız var… Bizim kendimize ne faydamız var… Ne kadar dürüstüz?
Biz Van’da da kenetlenmiştik, Gezi’de kenetlendik, Berkin öldü kenetlendik, şimdi Soma’da kenetlenelim, uğraştığımız ve uğraşacağımız şey Başbakan ve şürekâsı zannededuralım…  Böyle  deşarj olalım…
Bu Başbakan gider yenisi gelir, bizde kafa değişmedikçe de, hiç bir şey değişmez…
Kimseler kusura kalmasın…  Dostoyoveski’nin dediği gibi…
Herkes her şeyden sorumludur…
Nuran Evren Şit
15.05.2014

22 Nisan 2014 Salı

Fenerbahçe ve Ben = Bir His Yazısı

   

      3 Temmuz'la başlayan ve beni Türkiye'deki futboldan tamamen soğutan süreçle ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Bu süreç herkese az çok zarar verdi. Süreci bu yüzden objektif olmaya çalışarak analiz etmek istiyorum.

     

       Bu yazıyı okuyacak -bazı- insanlar ilk olarak benim ne tarafa ait olduğumu sorgulayacaklar. Tarafımı belirledikten sonra değerlendirmelerini ona göre yapacaklar. Onları yormamak adına ben hemen söyleyeyim Galatasaraylıyım. Ancak bundan daha önce futbol severim. Zaten bu yazıyı yazma amacım elimden alınan, daha doğrusu kursağımda bırakılan futbol sevgimin isyanıdır.

 
     Futbol, benim hayatım. Ben futbol izlemeyi, konuşmayı, tartışmalarını dinlemeyi ve üzerine bahis oynamayı seven ve bunlarla hayatını dolduran bir adam(d)ım. Ta ki şike süreci patlayana kadar. Ne olduysa 3 Temmuz'da oldu bana. Hani sevgilin bir şey yapar içinde ani bir soğuma ve iğrenme durumu hissedersin aynen ben de böyle hissettim Türkiye'deki futbola karşı. İlk günlerde çoğu şeye Galatasaraylının isteyeceği gibi ezeli rakip müthiş rezil bir duruma düşmüş olmasının sevinciyle yaklaştım. İtiraf ediyorum.


    İlk günlerde kaos hakimdi. Yapılan yorumlar, savunulan fikirler hep bir tarafa ait olmaktan objektiflikten uzak, karşı tarafın fikirlerini çürütme amacıyla yapılıyordu. Fenerliler hala öyle ama ben değilim.


    Süreç devam ettikçe ben çürümüş elmanın kokusunu daha net aldım. Bu koku o kadar iğrençti ki hayatımın merkezi haline geldiğim futboldan soğudum. Ben FUTBOLdan soğudum lan. Yemin ediyorum bunu başardığınız için tebrik ediyorum Aziz başkan ve tüm yozlaşmış futbol yöneticileri. Helal olsun hepinize.

    Fenerlilerin çoğu hemen savunma tarafında birleştiler. Şerefsizleri korumak için gösterdikleri çabalar takdir edenler oldular. Bakın bunlar Fenerbahçenin büyüklüğünü gösterir dediler. Böyle çeşitli övgüler yağdırdılar. Ama bu durum benim için tam bir rezillik. Ortada adil olmayan bir oyunu nasıl seviyorsunuz lan? Emek çalanları nasıl devrimci yaptınız lan? Adaleti savunmak varken nasıl mafya babalarını savunursunuz?


    Bana göre Fenerbahçe şike yaptı. Bunu diyince hemen Galatasaraylı olduğum için böyle dediğimi sana bilirsiniz, ama değil. Size yemin ediyorum bir Fenerliden daha çok yapmamış olmalarını diledim. Neden mi? Futbolun temiz olduğuna inanmaya devam etmek için, adil olduğunu ve güzelliklerinin kirlenmediğine inanamaya devam etmek için; en önemlisi futbolu(türkiyedeki) sevmeye devam edebilmek için. Keşke futbolumuz kirlenmeseydi.

    Futbol kirlendi. Nereden mi anladım hemen anlatıyorum. Maddeler halinde sıralayacağım.
1- Aziz Yıldırım ceza aldı mahkemeden.
2- Etik kurulu şike vardır deyince hemen yeni Etik kurulu oluşturuldu.
3- Talimatname değiştirildi.
4- Fenerbahçe sahaya yansımamıştır denilerek aklandı.
5- Şampiyonlar ligine gönderilmedi.
6- Uefa ceza verdi.
7- Şike yok dendi ama halı altına süpürmek işlemi gerçekleştirildi.

   Şike yok denilen ama yapılan tüm işlerden anladığım gibi halı altına süpürme eyleme başarıyla gerçekleştirildi. Şimdi herkes FB büyük camia, yıkılmaz kale diyor. FB elbet büyüktür ancak suçlu olmadığını göstermez. Bizler taraftarlık konusunda salaklık derecesinde bağlı olduğumuz için hemen başkanların dediğine inanıyoruz. Sorgulama yok, düşünme yok; aman sevdiğime bir şey olmasın durumu var. Böyle olunca yılların mafya babası ile 19 yaşında devlet tarafından öldürülen genç yan yana gelebiliyor. Bunu da herkes övüyor.


    Türkiye garip ülke. Hiçbir zaman rezil olmadığın bilakis rezilliklerin yaşama süreni uzatan, seni toplumca daha fazla sevilen insan yapabiliyor. Yolsuzlukta da böyle şikede de böyle.


    Beşiktaş, şikeyle suçlandığı ilk gün kupayı iade etti. aklanıncaya kadar almayacağım dedi. Tarafraları suçlananlara aklanında gelin dediler. Böyle dedikleri için şu an kimse onları şike konusunda muhatap olarak görmüyor. Birilerinin suçunu tüm camiaya yaymak saçma olduğundan onların hatasıdır deyip geçtik. Ama FB öyle yapmayınca şu an şike deyince kala FB geliyor. Herkes yaptıklarının sonucuna katlanır.


   Şu an ben Türkiye'deki futbolu önemsemiyorum. Son iki yıl şampiyon olduk. Ama hiç sevinmedim. Yalandan güldük, o kadar. Artık arkadaşlarımla geyiğini bile yapmıyorum. Sadece bahis var, paraya ihtiyacım olmasa onunda hayatımda yeri yok. Böyle işte. Haftaya FB şampiyonluğu garantiler. Umrumda mı değil. Ha biz ha onlar. Artık sevmiyorum ki ben. İnanmadığım futbol ve sonuçları.


    Siz ve ahlaksızlıklarınız ; mutluluklar.

 

9 Şubat 2014 Pazar

Kaptan Phillips

 




Geceleri yapacak bir şey bulamayınca açıp film izliyorum. Yine böyle bir durumda bulduğum film; Kaptan Phillips.

Filmi seçerken uzun zamandır adına aşina olmam etkili oldu. Bir ara bu filmi izlemeliyim diyordum.

Kaptan, gibi liderlikle ilgili olan filmleri severim. Yön veren insan olanlar bana hep çekici gelmiştir. İzlemeden önce kahramanlıkla dolu bir öykü bekliyordum yanıldım. 

  Film aslında nasıl mesaj vermek istedi bilmiyorum ama bana Somali korsanları anlamamı sağladı. Geri kalmış ülke/insan yaptığı davranışları bulunduğu durumlara isyan etmek için yaptığını görmemi sağladı. Daha doğrusu kabul etmemi sağladı. Üsten baksan cahil Somalilinin yaptığı davranışı kınayabilirsin belki. Ama davranışın özünü görünce işlerin farklı olduğunu anlıyorsun. Doğal olarakta hak veriyorsun.

Film çekenlerin amacı bunları sorgulatmak olmayabilir. Ama ben sömürülen Afrika ve sömüren Amerika resmini gördüm.

  Film hakkında birkaç şeyde söylemek isterim. Başarılı, etkileyici ama daha fazla sorgulatıcı bana göre. Hem adı Somalili korsanlar olmalıydı. Dünya düzeni olmalıydı. Hiç olmadı acı gerçekler bile kurtarırdı. Neyse dünya benim kafamdakilere benzemiyor. 

Film güzel izleyin derim. Ama sorgulamayı unutmadan.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Çok Sevdim




Ela gözlüm ben bu elden gidersem
Zülfü perişanım kal melül melül
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melül melül
Elvan çiçekleri takma başına
Kudret kalemini çekme kaşına
Beni ağlatırsan doyma yaşına
Gez benim aşkımla yar melül melül
Karacaoğlan der ki ölüp gidince
Ben de güzel sevdim kendi halimce
Varıp gurbet ile vasıl olunca
Dostlardan haberi al melül melül

25 Ocak 2014 Cumartesi

Mektup

Zavallı sevgili dostum,
Acınası halin arttıkça daha çok seviyorum seni. Beni nasıl üzüyorsun, nasıl işkence ediyorsun bir bilsen! Zira yakındığın her şey aslında hayat ve bu hayat herhangi bir zamanda herhangi biri için daha iyi olmamış. İnsan hayatı değişik ölçülerde hissedebilir, değişik ölçülerde anlayabilir, dolayısıyla çektiği acının derecesi de farklıdır. İnsan yaşadığı çağın ne kadar önündeyse, o kadar çok acı çeker. Biz, güneşin güçlükle ve nadiren delip geçebildiği bulut dolu bir zeminin üzerinden gölge olarak gelip geçiyor, hiçbir zaman ulaşamadığımız bu güneşin ardından haykırıyoruz durmadan. Aslında bulutlarımızı dağıtmak bize düşüyor.
Edebiyatı fazla seviyorsun; o seni öldürecek ama sen insanların aptallığını yok edemeyeceksin. Ben kendi adıma bu acınası aptallıktan nefret etmiyor, anaç gözlerle izlemeye devam ediyorum; çünkü bu çocukluk ve her çocukluk kutsaldır. Nasıl bir nefret da atfettin ona, nasıl da bir savaşa giriştin! Fazlasıyla bilgili ve fazlasıyla zekisin Cruchard’ım ama sanatın üzerinde de bir şey olduğunu, bilgeliği, sanatın en yüksek mertebesinde bile ifadesi olamadığı bilgeliği unutuyorsun. Bilgelik her şeyi içerir, güzeli, gerçeği, iyiyi, bundan dolayı da coşkuyu. Kendi dışımızda, içimizde olandan daha yüce bir şey görmeyi ve hayranlıkla seyrederek yavaş yavaş içselleştirmeyi öğretir bize bilgelik. 
Seni değiştirmeyi başaramayacağım, mutluluğu nasıl gördüğümü ve yakaladığımı da anlamanı sağlayamayacağım sanırım; yani hayatı nasıl olursa öyle kabullenmeyi! Seni değiştirebilecek ve kurtarabilecek biri varsa o da Hugo Baba’dır çünkü bir yanıyla büyük bir filozof, bir yanıyla da senin ihtiyaç duyduğun ve benim olamadığım büyük sanatçıdır Hugo Baba. Onu daha sık görmelisin. Sana iyi geleceğine inanıyorum: Ben, beni anlayabilmeni sağlayacak kadar fırtına barındırmıyorum içimde artık. O yıldırımını korumuş sanırım, üstelik yaşın verdiği bir yumuşaklık ve sakinlik de eklemiş üzerine. 
Gör onu, sık sık gör ve yaşadığın acıları anlat, o büyük acıları, seni fazlasıyla hırçınlığa sürüklediğini gördüğüm acıları. Ölüleri fazla düşünüyorsun, büyük bir huzura kavuştuklarına inanıyorsun. Hiç de huzurlu değiller. Onlar da bizim gibi, arayıştalar. Aramaya çalışıyorlar.
Herkes iyi. Seni öpüyorum. İyileşemedim henüz ama eninde sonunda küçük kızlarımı yetiştirebilecek ve seni son nefesime dek sevmeyi sürdürebilecek kadar olsun yürüyebileceğimi umuyorum.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Nejat İşler'in Aşkı

(lise aşkını anlatmıştı yılbaşından evvel. sizlerin de okumasını istedim arkadaşlar. çok hoş çünkü.)

-bir sabah, annemin ''aşık mısın oğlum sen?'' sorusuyla uyandım kahvaltı masasında. afalladım. cevabını bilmediğim bir soruyla karşılaşmıştım. güzel annem yardımcı olmak için, hastalığın bendeki semptomlarını sıraladı; ''haftalardır doğru düzgün yemek yemiyorsun, masada tabağa bakıp duruyorsun. geceleri de hiç uyumuyormuşsun. ablan söyledi. sabaha kadar müzik dinleyip, ya kitap okuyomuşsun ya da bi şeyler yazıyomuşsun. hepsini geçtim, okul kıyafetini hiç çıkarmıyorsun oğlum üstünden! sabahları ceket, pantalon buruş buruş çıkıyorsun evden. n'oluyo?'' bir an durup düşündüm. hiç farkında olmadan yaptığım bu eylemlerin ya da eylemsizliğin sağlamasını yaptım kafamda. evet, doğruydu. demek aşk böyle bir şeydi. çayımın son yudumunu aldım, çantamı kaptım, annemi merakta bırakmamak için, ama kendi içimde hissettiğim şeyin gerçek mi, doğru mu olduğunu daha da araştırıcam anlamında bir yarım ağızla; ''galiba aşığım'' dedim ve çıktım...

otobüs durağına giderken içimde yavaşça yayılan sıcaklık, otobüs gelince, otobüste giderken, indikten sonra okula yürürken, okulda onun servisinin gelmesini beklerken ve nihayetinde onu servisten inerken gördüğümde vücudumu tamamen ele geçirmiş, artık saçımdan çıkıyordu. tuhaf bi güven duygusu veriyordu bu sıcaklık bana. zil çaldı, sınıflara girildi, her sabah yaptığı gibi solumdaki sıraya doğru ilerledi, çantasını bıraktı, yine her sabah yaptığı gibi coşkuyla etrafındakilerle selamlaşıp öpüştü. ''günaydın necoooo!'' diye bağırıp beni yanaklarımdan öptüğünde utandım, daha çok da korktum, benim ısım, değdiğim yerlerini yakar diye...

o gün ve sonraki günler, ona karşı olan, onu görünce ya da düşününce tetiklenen duygularımı ve davranışlarımı mikroskop altına aldım. dehşet salakça şeyler yapıyordum. daha dehşeti, bu durumun farkına varmama rağmen, aynı şeyleri yapmaya devam ediyordum. mesela bir yerde sesini duysam, bana seslenir diye ona bakıyor, bi şey söylesin diye bekliyordum. mesela ona yazdığım şiirleri kasetlere kaydediyordum heyecanla okuyarak. altına da fon müzikleri döşüyordum. bazılarını bestelediğimi sanmışlığım bile var. akşamları tiyatroya giderdik okuldan bi grupla, oyundan sonra saray muhallebicisi'ne gidilir tartışılırdı oyun üzerine, ben parasızlıktan tatlıyı es geçerdim, sonra onu gayrettepe'deki evine taksiyle bırakır, muhallebicideyken tuvalet bahanesiyle çıkıp aldığım gülü iç cebimden çıkarır, ona verir, iyi geceler dileyerek asansöre binmesini bekler, sonra yürüyerek gayrettepe'den eyüp'e giderdim mesela. ama en büyük salaklığım, okulun, ne okulu be, evrenin en güzel kızına aşık olmaktı...

yine bir sabah, artık ''delilik'' gibi gözükmeye başlayan bu aşık hallerime dayanamayan annem. ''kim bu kız?'' diye sordu. önce ismini söyledim. sonra, ilk defa, onun nasıl biri olduğunu, daha doğrusu onu nasıl gördüğümü anlatmaya başladım birine. kendim dahil... ne kadar güzel, ne kadar sempatik, ne kadar komik, ne kadar eğlenceli, ne kadar sakar, ne kadar duyarlı ve tekrar ne kadar güzel olduğunu anlatım da anlattım. ''zenginler mi?'' diye sordu. ''canım ne alakası var şimdi zengin olmalarının, ayrıca öyle bi kız değil, büyüyünce savaş muhabiri olmak istiyor mesela...'' annem vaziyeti kavramış, neredeyse birazdan ''siz ayrı dünyaların insanısınız!'' konuşmasına girecek gibi iç geçirdi. ''haberi var mı senden?'' diye sordu bu kez. keşke sormaz olaydı. bok gibi hissettirmişti beni bu soru. ''yok galiba'' dedim yutkunarak. ve ona ''sana aşığım'' demenin milyonlarca yolu dönmeye başladı kafamda...

elbette, böyle bi şey yapmaya götüm yemedi. cebimde ona yazdığım şiirlerin olduğu defterle dolaştım epey bir süre. orada burada çıkarıp okumaktan hepsini ezberlemiştim. defterin sayfa numaraları vardı ve ben artık sayfa numarasıyla sorulduğunda, o sayfadaki şiiri ezbere ve komik bir ''ıssız adam'' tavrıyla okuyabiliyordum. günlerden bir gün, ''hadi, bebek parkına gidelim okuldan sonra'' dedi biri. gidildi. daha taksideyken, şiirleri kimin için yazdığımı sormaya başladı bana. geçiştirip durdum. ısrar etti, direndim. parka varıp bir bankta yan yana oturduğumuzda, artık neredeyse yalvarmaya başlamıştı. son nefesimi verircesine, cebimden çıkardığım defteri ona verdim. anlamadı ya da anlamazlıktan geldi. ''senin için'' başlıklı şiirin sayfa numarasını söyledim, açtı, okudu, anlamadı ya da anlamazlıktan geldi. ayaklarımın altındaki tabureye kendimin vurmamı, ölümümün kendi elimden olmasını ister gibi baktı yüzüme. onu kırmadım. gözlerimi kapattım, başka bi sayfa numarası söyledim. şiirin başlığı; ''o sensin!''di... dünya'nın dönüşü için kısa, benim için 75 yılda bir dünya'nın yakınından geçen halley kuyruklu yıldızını beklemek kadar uzun bir süre sessiz kalındı. hâlâ boynuma sarılıp beni öpücüklere boğmamıştı. gözlerimi yavaşça açıp, cehenneme ilk adımımı attım. ''senden bir şey istemiyorum, artık biliyorsun işte'' ... bana sarıldı, defterimi geri verdi ve unutamadığım cümleyi söyledi; ''gurur duydum nejat, arkadaş kalalım n'olur''... ve kalktı, ve uzaklaştı...

reddedilen ya da terk edilen her bünye gibi ben de ''nefret'' ilacına sarıldım hızla. yaşamam lazımdı çünkü. uzun bir süre suratına bakmadım, onun aşık olduğum özelliklerinin çoğuyla dalga geçtim, aşağıladım. müziğin en sertine meylettim, edebiyatın maço figürlerini hatmettim, felsefenin nihilist mabedine yüz sürdüm. kızgındım hem de çok. sadece o an değil, her şeye, herkese kızgındım artık. galiba en çok da kendime. bir sürü kararlar aldım ve yavaşça hayata geçirdim bunları. bu kararların en önemlisi şuydu; artık ne ailemin ne çevremin ne de başka birinin ya da başka bir şeyin istediği gibi değil, kendi istediğim bir ''erkek'' olacaktım. hatasıyla, sevabıyla...

yıllar geçti aradan her şey değişti. geçen sene cihangir'de bir kafede dostlarla otururken, arkamdan biri seslendi; ''oooo, nejat bey burdaymış, tanımaz şimdi bizi.'' o'ydu... arkamı dönmeden adı çıktı ağzımdan. hâlâ güzeldi. kocasıyla tanıştırdı. çocukları varmış. bizimki bi üniversitede öğretim görevlisi olmuş, iyiymiş. öğrencileri benimle bir zamanlar okul arkadaşı olduğuna inanmıyormuş. üst kata çıkmak için merdivenlere doğru hamle yaptığında, bir an durdu ve dönüp şöyle dedi. ''senin başarılarını görünce gurur duyuyorum arkadaşım.'' gülümsedim, belli belirsiz; ''hâlâ mı?'' diye sordum. ya anlamadı ya da anlamazlıktan geldi...

26 yıl evvel o'na aşıkken boyum 1.80, kilom 70'ti... hâlâ öyle...

bazı şeyler değişmiyor...