25 Ocak 2014 Cumartesi

Mektup

Zavallı sevgili dostum,
Acınası halin arttıkça daha çok seviyorum seni. Beni nasıl üzüyorsun, nasıl işkence ediyorsun bir bilsen! Zira yakındığın her şey aslında hayat ve bu hayat herhangi bir zamanda herhangi biri için daha iyi olmamış. İnsan hayatı değişik ölçülerde hissedebilir, değişik ölçülerde anlayabilir, dolayısıyla çektiği acının derecesi de farklıdır. İnsan yaşadığı çağın ne kadar önündeyse, o kadar çok acı çeker. Biz, güneşin güçlükle ve nadiren delip geçebildiği bulut dolu bir zeminin üzerinden gölge olarak gelip geçiyor, hiçbir zaman ulaşamadığımız bu güneşin ardından haykırıyoruz durmadan. Aslında bulutlarımızı dağıtmak bize düşüyor.
Edebiyatı fazla seviyorsun; o seni öldürecek ama sen insanların aptallığını yok edemeyeceksin. Ben kendi adıma bu acınası aptallıktan nefret etmiyor, anaç gözlerle izlemeye devam ediyorum; çünkü bu çocukluk ve her çocukluk kutsaldır. Nasıl bir nefret da atfettin ona, nasıl da bir savaşa giriştin! Fazlasıyla bilgili ve fazlasıyla zekisin Cruchard’ım ama sanatın üzerinde de bir şey olduğunu, bilgeliği, sanatın en yüksek mertebesinde bile ifadesi olamadığı bilgeliği unutuyorsun. Bilgelik her şeyi içerir, güzeli, gerçeği, iyiyi, bundan dolayı da coşkuyu. Kendi dışımızda, içimizde olandan daha yüce bir şey görmeyi ve hayranlıkla seyrederek yavaş yavaş içselleştirmeyi öğretir bize bilgelik. 
Seni değiştirmeyi başaramayacağım, mutluluğu nasıl gördüğümü ve yakaladığımı da anlamanı sağlayamayacağım sanırım; yani hayatı nasıl olursa öyle kabullenmeyi! Seni değiştirebilecek ve kurtarabilecek biri varsa o da Hugo Baba’dır çünkü bir yanıyla büyük bir filozof, bir yanıyla da senin ihtiyaç duyduğun ve benim olamadığım büyük sanatçıdır Hugo Baba. Onu daha sık görmelisin. Sana iyi geleceğine inanıyorum: Ben, beni anlayabilmeni sağlayacak kadar fırtına barındırmıyorum içimde artık. O yıldırımını korumuş sanırım, üstelik yaşın verdiği bir yumuşaklık ve sakinlik de eklemiş üzerine. 
Gör onu, sık sık gör ve yaşadığın acıları anlat, o büyük acıları, seni fazlasıyla hırçınlığa sürüklediğini gördüğüm acıları. Ölüleri fazla düşünüyorsun, büyük bir huzura kavuştuklarına inanıyorsun. Hiç de huzurlu değiller. Onlar da bizim gibi, arayıştalar. Aramaya çalışıyorlar.
Herkes iyi. Seni öpüyorum. İyileşemedim henüz ama eninde sonunda küçük kızlarımı yetiştirebilecek ve seni son nefesime dek sevmeyi sürdürebilecek kadar olsun yürüyebileceğimi umuyorum.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Nejat İşler'in Aşkı

(lise aşkını anlatmıştı yılbaşından evvel. sizlerin de okumasını istedim arkadaşlar. çok hoş çünkü.)

-bir sabah, annemin ''aşık mısın oğlum sen?'' sorusuyla uyandım kahvaltı masasında. afalladım. cevabını bilmediğim bir soruyla karşılaşmıştım. güzel annem yardımcı olmak için, hastalığın bendeki semptomlarını sıraladı; ''haftalardır doğru düzgün yemek yemiyorsun, masada tabağa bakıp duruyorsun. geceleri de hiç uyumuyormuşsun. ablan söyledi. sabaha kadar müzik dinleyip, ya kitap okuyomuşsun ya da bi şeyler yazıyomuşsun. hepsini geçtim, okul kıyafetini hiç çıkarmıyorsun oğlum üstünden! sabahları ceket, pantalon buruş buruş çıkıyorsun evden. n'oluyo?'' bir an durup düşündüm. hiç farkında olmadan yaptığım bu eylemlerin ya da eylemsizliğin sağlamasını yaptım kafamda. evet, doğruydu. demek aşk böyle bir şeydi. çayımın son yudumunu aldım, çantamı kaptım, annemi merakta bırakmamak için, ama kendi içimde hissettiğim şeyin gerçek mi, doğru mu olduğunu daha da araştırıcam anlamında bir yarım ağızla; ''galiba aşığım'' dedim ve çıktım...

otobüs durağına giderken içimde yavaşça yayılan sıcaklık, otobüs gelince, otobüste giderken, indikten sonra okula yürürken, okulda onun servisinin gelmesini beklerken ve nihayetinde onu servisten inerken gördüğümde vücudumu tamamen ele geçirmiş, artık saçımdan çıkıyordu. tuhaf bi güven duygusu veriyordu bu sıcaklık bana. zil çaldı, sınıflara girildi, her sabah yaptığı gibi solumdaki sıraya doğru ilerledi, çantasını bıraktı, yine her sabah yaptığı gibi coşkuyla etrafındakilerle selamlaşıp öpüştü. ''günaydın necoooo!'' diye bağırıp beni yanaklarımdan öptüğünde utandım, daha çok da korktum, benim ısım, değdiğim yerlerini yakar diye...

o gün ve sonraki günler, ona karşı olan, onu görünce ya da düşününce tetiklenen duygularımı ve davranışlarımı mikroskop altına aldım. dehşet salakça şeyler yapıyordum. daha dehşeti, bu durumun farkına varmama rağmen, aynı şeyleri yapmaya devam ediyordum. mesela bir yerde sesini duysam, bana seslenir diye ona bakıyor, bi şey söylesin diye bekliyordum. mesela ona yazdığım şiirleri kasetlere kaydediyordum heyecanla okuyarak. altına da fon müzikleri döşüyordum. bazılarını bestelediğimi sanmışlığım bile var. akşamları tiyatroya giderdik okuldan bi grupla, oyundan sonra saray muhallebicisi'ne gidilir tartışılırdı oyun üzerine, ben parasızlıktan tatlıyı es geçerdim, sonra onu gayrettepe'deki evine taksiyle bırakır, muhallebicideyken tuvalet bahanesiyle çıkıp aldığım gülü iç cebimden çıkarır, ona verir, iyi geceler dileyerek asansöre binmesini bekler, sonra yürüyerek gayrettepe'den eyüp'e giderdim mesela. ama en büyük salaklığım, okulun, ne okulu be, evrenin en güzel kızına aşık olmaktı...

yine bir sabah, artık ''delilik'' gibi gözükmeye başlayan bu aşık hallerime dayanamayan annem. ''kim bu kız?'' diye sordu. önce ismini söyledim. sonra, ilk defa, onun nasıl biri olduğunu, daha doğrusu onu nasıl gördüğümü anlatmaya başladım birine. kendim dahil... ne kadar güzel, ne kadar sempatik, ne kadar komik, ne kadar eğlenceli, ne kadar sakar, ne kadar duyarlı ve tekrar ne kadar güzel olduğunu anlatım da anlattım. ''zenginler mi?'' diye sordu. ''canım ne alakası var şimdi zengin olmalarının, ayrıca öyle bi kız değil, büyüyünce savaş muhabiri olmak istiyor mesela...'' annem vaziyeti kavramış, neredeyse birazdan ''siz ayrı dünyaların insanısınız!'' konuşmasına girecek gibi iç geçirdi. ''haberi var mı senden?'' diye sordu bu kez. keşke sormaz olaydı. bok gibi hissettirmişti beni bu soru. ''yok galiba'' dedim yutkunarak. ve ona ''sana aşığım'' demenin milyonlarca yolu dönmeye başladı kafamda...

elbette, böyle bi şey yapmaya götüm yemedi. cebimde ona yazdığım şiirlerin olduğu defterle dolaştım epey bir süre. orada burada çıkarıp okumaktan hepsini ezberlemiştim. defterin sayfa numaraları vardı ve ben artık sayfa numarasıyla sorulduğunda, o sayfadaki şiiri ezbere ve komik bir ''ıssız adam'' tavrıyla okuyabiliyordum. günlerden bir gün, ''hadi, bebek parkına gidelim okuldan sonra'' dedi biri. gidildi. daha taksideyken, şiirleri kimin için yazdığımı sormaya başladı bana. geçiştirip durdum. ısrar etti, direndim. parka varıp bir bankta yan yana oturduğumuzda, artık neredeyse yalvarmaya başlamıştı. son nefesimi verircesine, cebimden çıkardığım defteri ona verdim. anlamadı ya da anlamazlıktan geldi. ''senin için'' başlıklı şiirin sayfa numarasını söyledim, açtı, okudu, anlamadı ya da anlamazlıktan geldi. ayaklarımın altındaki tabureye kendimin vurmamı, ölümümün kendi elimden olmasını ister gibi baktı yüzüme. onu kırmadım. gözlerimi kapattım, başka bi sayfa numarası söyledim. şiirin başlığı; ''o sensin!''di... dünya'nın dönüşü için kısa, benim için 75 yılda bir dünya'nın yakınından geçen halley kuyruklu yıldızını beklemek kadar uzun bir süre sessiz kalındı. hâlâ boynuma sarılıp beni öpücüklere boğmamıştı. gözlerimi yavaşça açıp, cehenneme ilk adımımı attım. ''senden bir şey istemiyorum, artık biliyorsun işte'' ... bana sarıldı, defterimi geri verdi ve unutamadığım cümleyi söyledi; ''gurur duydum nejat, arkadaş kalalım n'olur''... ve kalktı, ve uzaklaştı...

reddedilen ya da terk edilen her bünye gibi ben de ''nefret'' ilacına sarıldım hızla. yaşamam lazımdı çünkü. uzun bir süre suratına bakmadım, onun aşık olduğum özelliklerinin çoğuyla dalga geçtim, aşağıladım. müziğin en sertine meylettim, edebiyatın maço figürlerini hatmettim, felsefenin nihilist mabedine yüz sürdüm. kızgındım hem de çok. sadece o an değil, her şeye, herkese kızgındım artık. galiba en çok da kendime. bir sürü kararlar aldım ve yavaşça hayata geçirdim bunları. bu kararların en önemlisi şuydu; artık ne ailemin ne çevremin ne de başka birinin ya da başka bir şeyin istediği gibi değil, kendi istediğim bir ''erkek'' olacaktım. hatasıyla, sevabıyla...

yıllar geçti aradan her şey değişti. geçen sene cihangir'de bir kafede dostlarla otururken, arkamdan biri seslendi; ''oooo, nejat bey burdaymış, tanımaz şimdi bizi.'' o'ydu... arkamı dönmeden adı çıktı ağzımdan. hâlâ güzeldi. kocasıyla tanıştırdı. çocukları varmış. bizimki bi üniversitede öğretim görevlisi olmuş, iyiymiş. öğrencileri benimle bir zamanlar okul arkadaşı olduğuna inanmıyormuş. üst kata çıkmak için merdivenlere doğru hamle yaptığında, bir an durdu ve dönüp şöyle dedi. ''senin başarılarını görünce gurur duyuyorum arkadaşım.'' gülümsedim, belli belirsiz; ''hâlâ mı?'' diye sordum. ya anlamadı ya da anlamazlıktan geldi...

26 yıl evvel o'na aşıkken boyum 1.80, kilom 70'ti... hâlâ öyle...

bazı şeyler değişmiyor...